MUKADDİME-YENİ BASKI
Mukaddime yazmak için roman yazdığım vehminden kurtulamıyorum bazen. Hep ehemmiyet verdim bu şirin saldırgan girişlere.
İki bin on dört yılının soğuk aralık ayı, Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nın, Demirkubuz tarafından çekilmiş bir sinema uyarlaması olan Yeraltı filmindeki adamın Ankara hayatına benzer bir kibir, korkaklık, aşkınlık ve içkinlik duyguları ile gri bürokrasi şehrinin kaldırım taşlarını izleyerek geçiriyordum günlerimi. Hayat gri, insanlar griydi. Soğukluk mu, hep kıyısında olduğum delilik midir, insansızlık mı yoksa yalnızlık mıdır, bilmem de o his, o tuhaf his, bin yıldır okuduklarımı kusmak üzere olduğum bir dolgunluğa, taşkınlığa getirmişti beni sanki. Beni, daha evvel hiç hissetmediğim kadar hamile, hiç hissetmediğim kadar gebe hissettirdi o his. Doldum, taştım: Bir roman yazdım.
Yeni yıl girdi ve o ilk romanımı, tereddütle taktığım “Türkiye’nin ilk Vâroluşçu romanı” rozeti ile birlikte yayınevlerine göndermeye başladım. O an mı “yazar” oluyor insan, yoksa bilkuvve mi “yazar” sayılıyor o an? Yazar olmayandan yazar olmaya ilk geçiş hattı nasıl oluyor, hiç bilmiyorum. Fiilimle anılmayı tercih ederim; yazanım. Bir bakıyorsunuz, binlerce Öteki’nin, delinin, itilmişin, varoluşçunun, yeraltı okurunun elinde kitaplarınız gezer olmuş üç tane, beş tane. Bir bakıyorsunuz olmak için doğduğunuz şeyi bulmuşsunuz. Şu sinekli çöplükte daha üst bir mutluluk var değil kanaatimce; olmak için doğduğu şeyi bulan insanın vazifesi bitmiştir, ölebilir.