Konusu:
Biz matbu tarih kaynaklarımızdan mazimizin ve yaşayışımızın ancak
siyasî ve askerî olaylarım öğrenebiliriz. Lâkin bundan hariç ve çok defa aranılmayıp kaynaklarımız arasına az konan öyle eserlerle karşılaşıyoruz
*
ki onlar bizim eski yaşayışımız ve kültür tarihimizin ana hatlarını ve misâllerini taşımaktadır. Hattâ bunlar bizirm matbu menbalarımıza az geçmiş ve Garba da az intikal etmiştir.
Türkiyede yaşıyanlar muhakkak ki dünyada istifa geçiren cidden büyük milletlerden biridir. Öyle yüksek kültürleri ve adamları vardır ki gittikleri ve yaşadıkları her yere götürmüşlerdir. Bugün yurdumuz içinde bulunan Selçuk ve Osmanlı Türklerinin yaşayış ve medeniyetleri büyük bir misaldir.
Osmanlı Türkünün kurduğu büyük imparatorlukta bizim kendimize hâs bir yaşayışımız ve üstün bir medeniyetimiz vardır. Yurdumuzdaki eserler bunların yüksek birer misalidir. Kütüphanelerimiz Türkün en inçe zevklerine makes olan süslü ve resimli eserlerle zenginleşmiştir. Şehirlerimizin medeniyette ilerlediğini ve ufak kasaba ve köylerimizin temizlik, imar ve güzellikte bir nümune olduğunu görürüz. Bunların fevkinde bir yüksek ahlâkımız ve adaletimiz vardır. Bu ruhu hâlâ taşıyanlarımızın sayısı nüfusumuzun onda dokuzudur. Biz bu temiz ve yüksek ruha sahip olduğumuz içindir ki hâlâ mevcudiyetimizi dünyanın takdirlerde karşılaşarak muhafaza ediyoruz.
Pek eski tarihlere gitmiyelim- Şu 5, 6 asırlık Osmanlı tarihimize bakalım. Bizim hayat sürdüğümüz evler birer saadet yuvası idi. Dünya¬ nın en temiz ve zevkli bir milleti olarak bu yuvalarımızda hayat sürdük. İç hayatımız dış hayatımızın makesi oldu. Temiz yedik, içtik, bittabi bunun verdiği enerji ve ruh safiyetiyle temiz ve asil yaşadık. O kadar ki ruh asaleti yalnız fakirlerimizde değil, zenginlerimizde de vardı. Kimse fakir sayılmazdı. Zira zenginler kendi servetlerini kendi şahıslarına Allah tarafından verilmiş bir nimet değil, kendi elleriyle dağıtılmak üzere fakirlerin hakkı sayıyorlardı. Türkiyede bu cihetle kimse aç ve açıkta değildi. Fikirler asla bazı şahsî menfaatlerin uydurduğu prensiplere kaymıyordu. Ne oldiyse oldu, milyonlarla bizi gerileten sebeplerle inkıraz bulduk. Nihayet öyle olduk ki bizden ileri medeniyetleri kabullenmeğe başladık. Lâkin onların da hakikî fen taraflarını değil, sanki bizim de kendimize göre âdet ve yaşayışımız yok imiş gibi onların beğenilmiyecek taraflarını aldık.
Tam ilerleme esaslarını alamadığımızdan yine ilerliyemedik. Buna işte bir misal vereyim. Bundan bir buçuk asır önce Garp medeniyetini kabullendiğimiz zaman işin gösteriş ve bünyemize uymıyan İçtimaî olaylarını alırken onların yeme, içme usulleri de bizim memlekete girmeğe başladı. Evet bunun zarurî ve yapılması gereken tarafları yok değildi, vardı. Lâkin bu cereyan tesiriyle memleketimizde bilhassa yemek ve içmek hususunda bizim cihanın beğendiği Türk yemekleri çok ağır ve karışıktır, demeğe bile başladık. Lâkin onun yerine alafranga diye daha karışığını ve hoşa gitmiyeceklerini aldık ve an’ane ile tarihtenberi gelen yemeklerimizin isim ve mahiyetlerini bile unutmağa koyulduk. Selçuk ve Osmanlı Türklerinin 8-9 asırlık bir İçtimaî yardım faslı vardır ki dünyanın en büyük İçtimaî müessislerini biz yaptık. Bize Garpta İstanbul gibi bir şehir gösterin ki umuma mahsus iki yüz hamamı olsun - Konak ve ev hamamları birkaç bini geçerdi. Bana bir muadil şehir gösterin ki yalnız Fatih semtinde 800 çeşmesi olsun. Yalnız İstanbuldaki gibi 5 asır zarfında 50 hastane yaptırmış bulunsun. Bizdeki kadar imaret ve medrese gösterebilsinler. Elbetteki bu medenî bucakta gayet sade lâkin asıl ve temiz yiyorduk. Acaba ne yiyorduk?